MEB’in Aşı Bilgisi Talebinin Hukuki Boyutu

Bu yazının yaklaşık okunma süresi: 5 dakika

Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer tüm Bakanlıkları gibi Anayasa ve Kanunlara bağlı olarak hareket etmesi gereken devlet kurumlarından biridir. En özet hali ile; Milli Eğitim Bakanlığı, öğrenci, öğretmen ve velilerden ilgili mevzuat tarafından açık bir şekilde yetkilendirilip öngörülmediği müddetçe bireylere özgü kişisel verileri talep edemez, toplayamaz ve işleyemez.

Söz konusu durumun hukuki dayanağı Anayasa’nın 20. maddesi 3. fıkrası olup aynen şu şekildedir;

Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.

17.03.2016 tarih ve 29656 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak iç hukuka dâhil edilen ve bugün 108 sayılı Sözleşme olarak bilinen Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesi‘nin temel amacı, uyruğu veya ikamet yeri neresi olursa olsun kişisel verilerin işlenmesine ilişkin olarak her bireyin korunması ve başta gizlilik hakkı olmak üzere bireylerin insan hakları ve temel özgürlüklerine gösterilecek saygıya katkıda bulunulmasıdır. Buna göre veri işleme, açık, belirli ve meşru amaçla orantılı, adil, şeffaf, belirli, ölçülü ve sınırlı süreyle olur.

Diğer yandan 07.04.2016 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) 2. maddesindeki tanımlara göre; kişisel veri, Kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgiyi kapsamaktadır. Bu tanım gereği, doğrudan kişinin kimliğine atfedilen durumlar değil, kişisel tercihi belirten ve/veya ona ulaşılmasını sağlayan her türden bilgi kişisel veri olarak kabul edilmektedir. (1)

Yine KVKK 4. maddesinde, Kişisel verilerin, ancak bu Kanunda ve diğer kanunlarda öngörülen usul ve esaslara uygun olarak işlenebileceği düzenlenmiştir. Bununla birlikte Kanun 6. maddesinde; Kişilerin ırkı, etnik kökeni, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi veya diğer inançları, kılık ve kıyafeti, dernek, vakıf ya da sendika üyeliği, sağlığı, cinsel hayatı, ceza mahkûmiyeti ve güvenlik tedbirleriyle ilgili verileri ile biyometrik ve genetik verileri özel nitelikli kişisel veri başka bir ifadeyle hassas kişisel veri olarak tanımlamaktadır.

Diğer yandan Kanun, kişisel verilerin işlenmesindeki temel ilkelere de yer vermiştir. Bu ilkeler şu şekilde sıralanmıştır;

a) Hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olma.

b) Doğru ve gerektiğinde güncel olma.

c) Belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenme.

ç) İşlendikleri amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olma.

d) İlgili mevzuatta öngörülen veya işlendikleri amaç için gerekli olan süre kadar muhafaza edilme.

Diğer yandan Kanun; açık bir şekilde Özel nitelikli kişisel verilerin, ilgilinin açık rızası olmaksızın işlenmesinin yasak olduğunu belirtmiştir. Diğer yandan rızanın sonradan verilebileceği doktrinde kabul edilmektedir. (2) Ancak kimi durumlarda açık rızanın aranmayacağı da yine Kanun ile düzenlenmiştir. Buna göre, Sağlık ve cinsel hayata ilişkin kişisel veriler ise ancak kamu sağlığının korunması, koruyucu hekimlik, tıbbî teşhis, tedavi ve bakım hizmetlerinin yürütülmesi, sağlık hizmetleri ile finansmanının planlanması ve yönetimi amacıyla, sır saklama yükümlülüğü altında bulunan kişiler veya yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından ilgilinin açık rızası aranmaksızın işlenebilir.

Bu durumda Milli Eğitim Bakanlığı, kamu sağlığının korunması gerekçesi(bahanesi) ile ilgilinin açık rızası olmadan dahi özel nitelikli kişisel verileri işleyebilir. Yani bir başka ifadeyle, Milli Eğitim Bakanlığı, öğrenci, veli ve öğretmenlere “Aşı olup – olmadığı” bilgisini sorarak kişiler üzerinde aşı baskısı ve yaptırım tehditi oluşturmak yerine, doğrudan yukarıda gösterilen gerekçelerle Sağlık Bakanlığı aşı veri tabanından kimlerin aşısız olduğunu kolaylıkla öğrenerek uygulayacak olduğu yaptırımları açıklayabilir. Ancak uygulamada öğrenci, veli ve öğretmenlere bu sorunun sorulmasının altındaki saik (gizli düşünce) aşıya yönlendirmekten başka bir şey değildir.

Diğer yandan, Sağlık Bakanlığı’nın KVKK “Kabahatler” başlıklı 18. maddesinde doğrudan kamu kurumları için düzenlenen yaptırımlardan kaçınmak gayesi ile aynı kanunun 10. maddesi çerçevesinde sorumluluk almayarak Milli Eğitim Bakanlığı ile kişisel verileri paylaşmadığı da düşünülebilir.

Bu durumda da KVKK 18. maddesi, Milli Eğitim Bakanlığı için söz konusu olur. Yani daha anlaşılır bir ifade ile, Milli Eğitim Bakanlığı, KVKK 10 uncu maddesinde öngörülen aydınlatma yükümlülüğünü yerine getirmeyenler hakkında veya 12 nci maddesinde öngörülen veri güvenliğine ilişkin yükümlülükleri yerine getirmeyenler hakkında sorumluluğu doğacaktır.

Özetle, MEB tarafından; öğrenci, veli veya öğretmenlerin özel nitelikli kişisel verilerinin talep edilmesi ancak ve ancak Kişisel Verilerin Korunması Kanununda öngörülen usulde olabilecektir. Bu bakımdan SMS, Whatsapp gibi iletişim araçlarıyla istenen bilgilerin hukuki anlam ve değeri yoktur.

Milli Eğitim Bakanlığı açık bir şekilde kişisel verilerin hangi gerekçe ile, hangi süre için ne şekilde veri sorumlularını da göstererek ancak bu bilgiyi toplayabilir. Aksi durum, Bir Devlet kurumunun Kanuna uymadığı sonucuna götürür.

Devletin Kanundan çok daha güçlü kendi Anayasasını genelgelerle deldiği göz önüne alındığında, söz konusu durum şaşırtıcı da değildir. Ancak vatandaşların ihlal edilen kanuni haklarını bilmesi açısından konu önem arz etmektedir.

Dipnotlar

(1) Başdağ; Dilek Gökçe, 4857 Sayılı İş Kanunu Bağlamında Çalışan Sağlık Verilerinin İşleme Koşulları, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 5, Sayı: 1-1, 2020, s. 391.

(2) Braun; Cihan Avcı, Kişisel Verilerin İşlenmesinde Rıza, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı: 1, 2018, s. 16.

Versiyon: 1.0

Türkiye’de Okulsuz Eğitim veya Ev Okulu Mümkün mü?

Tahmini Okuma Süresi: 10 Dakika

11 Ağustos gecesi; tıpkı 11 Eylül ikiz kuleler saldırısının dünya için, 11 Mart Pandemi ilanının Türkiye için dönüm noktası olması gibi Türkiye için yine yeni bir dönüm noktası oldu.

Önce Sağlık Bakanı tarafından yapılan, “Covid19 Aşısının tercih değil, ödev olduğu” yönündeki beyanlar, ardından Cumhurbaşkanının, “Aşı olmamayı tercih etmeyi insan hakkı olarak görmüyorum.” şeklindeki beyanlarının ardından “şimdilik” eğitim alanında Covid19 aşısı olmayı tercih etmeyenlere yönelik ilk defa resmi kanaldan tehdit geldi. Bu tehditle birlikte yine (@yesilderman) instagram hesabı üzerinden anne babaların endişe dolu mesajları ile muhatap olduk. Anne babalara destek ve fikir vermek açısından “çocuğu okula göndermenin sonucu ne olur?” sorusunun cevabını bu yazıda birlikte arıyoruz.

Öncelikle belirtelim ki, yazıyı okumak için uzun uzun vakti olmayan dostlar bilmeliler ki; Türkiye’de ev okulu veya okulsuz eğitimi hukuken mümkün değildir, dahası yasaktır.

İkinci bir husus ev okulu ile okulsuz eğitim kavramlarının birbirinden ayrılması gerektiği noktasındadır. Ev okulu kısaca devletin resmi müfredatının evde uygulanmasıdır. Okulsuz eğitim ise müfredattan tamamen bağımsız olarak çocukların istediği şekilde eğitim süreçlerini takip etmelerini ifade eder.

1. TÜRKİYE’DE ZORUNLU EĞİTİM

Türkiye’de zorunlu eğitim hakkında temel kanun maddesi şu şekildedir;

Madde 2 – İlköğretim, ilköğrenim kurumlarında verilir; öğrenim çağında bulunan kız ve erkek çocuklar için mecburi, Devlet okullarında parasızdır.

222 Sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu

Bu açık kanun maddesi karşısında okul dışında eğitim verilmesi kanunen mümkün değildir. Bu madde öğrenci ve veliler kadar doğrudan öğretmenleri de ilgilendiren bir kanun maddesidir.

Yüksek Mahkeme bu konuda bir kararında şu ifadelere yer vermiştir;

222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanununun 2. maddesi gereğince ilköğretim, öğrenim çağındaki kız ve erkek çocuklar için zorunludur. Aynı yasanın 52. maddesi hükmüne göre her öğrenci velisi, yahut vasisi veya aile başkanı çocuğunun zorunlu ilköğretim kurumuna muntazaman devamını sağlamakla ve özrü yüzünden okula gidemeyen çocuğunun durumunu en geç üç gün içinde okul idaresine bildirmekle yükümlüdür. Mülki amirler, ilköğretim müfettişleri ve zabıta teşkilatı, ilköğretim çağındaki çocukların zorunlu ilköğretim kurumlarına devamlarını sağlamakla, veli yahut vasi veya aile başkanlarına ve okul idarelerine yardımla ve her türlü tedbiri almakla vazifeli kılınmışlardır. Yasanın 53. maddesinde, okul idaresinin muhtar ve mülki amirlerin bu konuda yapacakları işlemler ve alacakları tedbirler açıklandıktan sonra 54. maddesinde; bazı durumlarda öğrencilere bir yıl içinde 15 günü geçmemek üzere okul idaresince izin verileceği bildirilmiştir. 55. maddesinde ise tüm tedbirlere rağmen çocuğunu okula göndermeyen veli, vasi veya aile başkanları hakkında ne gibi işlemler yapılacağı hükme bağlanmıştır. Bu düzenlemeye göre okul idaresinin durumu köylerde muhtarlığa, diğer yerlerde mülki amirliğe hemen bildirmesi, muhtar ve mülki amirlerin en geç üç gün içinde durumun veli, vasi veya aile başkanına tebliğini sağlaması gerekmektedir. Bu tebliğe rağmen çocuğunu okula göndermeyen veli, vasi veya aile başkanlarına yasanın 56. maddesi gereğince idari para cezası kesilebilecektir.

(Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 2004/7451 E., 2005/1314 K., 15.02.2005)

Kararda bahsi geçen, 12.01.1961 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 222 Sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu halen daha geçerlidir. Kanunun 2008 yılında değiştirilen 56. maddesi aynen şu şekildedir;

Muhtarlıkça veya mülkî amirce yapılan tebliğe rağmen çocuğunu okula göndermeyen veli veya vasiye okul idaresince tespit edilen çocuğun okula devam etmediği beher gün için onbeş Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu para cezasına rağmen çocuğunu okula göndermeyen veya göndermeme sebeplerini okul idaresine bildirmeyen çocuğun veli veya vasisine beşyüz Türk Lirası idarî para cezası verilir.

Söz konusu para cezaları kaymakamlık ve valilikler tarafından günümüze uyarlanarak uygulanacaktır. Yani günlük 15,00 TL ve ebeveynlere 500,00 TL olarak belirlenen miktarlar bu bakımdan değişebilir niteliktedir.

İdari para cezaları yanında velilere yönelik başkaca yaptırımların uygulanmasının ise -şimdilik- kanuni dayanağı bulunmamaktadır.

2. OKULSUZLUK VE OKULSUZ EĞİTİM

Yukarıdaki mevzuat ve Yüksek Mahkeme kararlarından sonra okulsuzluk ve okulsuz eğitim kavramlarını irdelemek yerinde olacak.

Okulsuzluk, öğrenmeyi, her bir çocuk ve ailenin özel ihtiyaçlarına uygun hale getirme yöntemidir. Hiçbir iki okulsuz aile aynı yolu takip etmez ya da aynı okulsuz aile içindeki iki çocuk tamamen aynı yönde gitmek zorunda değildir. (1)

Okulsuzluk, nefes almak veya susayıp acıkmak gibi doğal bir ihtiyaçtır. Özel olarak öğrenilmeden, kendiliğinden ister – istemez gerektiği yerde, gerektiği kadar olduğunda en üst seviyede faydası olur.

Okulsuzluk; bir kişinin, istediği şeyi, istediği zamanda, istediği şekilde, istediği yerde ve kendi sebepleri adına öğrenmesidir. Başka bir ifadeyle Okulsuz eğitimde çocuğun liderliğinde, onun ilgi alanlarına, yeteneklerine, öğrenme hızına ve potansiyeline göre eğitim verilir. Yine bir başka deyişle çocuklara bilgiyi doğrudan vermek yerine bilgiye nasıl ulaşacağını öğretmek, okulsuz eğitimin temel felsefesini oluşturmaktadır. 

Konunun anlaşılması için “şimdilik mecburi” 0-4 yaş arasında yapılmakta olan okulsuz eğitim, hayatın en temel konularına ilişkindir ve bu dönemde asla belli bir müfredat izlenmez. Oturma, emekleme, sıralama, yürüme, konuşma, temel fizik hareketleri ve sosyalleşme (yabancılama) belli bir müfredat çerçevesinde verilmese bile tüm çocuklar bu süreci ebeveyn gözetiminde birbirine çok yakın şekilde tamamlar.

İşin ilginç yanı ise 0-4 yaş sonrası başlar. Modern toplum; tüm okul derslerinden daha zor olan yürümek, konuşmak gibi yoğun fizik ve zihin çalışması gerektiren konularda işi çocukların “öğrenme ihtiyacına” güvenerek tamamen onlara bırakırken; daha basit olan matematik ve diğer temel bilimler kısmı için çocuğu toplama kamplarına alır ve ağır şartlarda zorla belli konuları öğretmeye çalışır.

Şurası unutulmamalıdır; eğer 12 aylık tüm çocukların aynı şekilde yürümesi ve konuşması gerektiğini düşünüp, bu çocukların konuşma ve yürüme becerilerine not vermeye kalkışırsanız, maalesef bir kısım çocuk sınıfta kalacaktır. Böyle bir notlandırma ve sınıflandırma 0-1 yaş arasında ne kadar gereksiz ve abes duruyorsa aynı şekilde örneğin 10-11 yaş arasındaki çocuklar için de gereksiz ve abestir.

Kapalı kapılar ardında, nizami bir ortamda öğrenmek yerine okulsuz eğitim alan çocuklar hayatın, doğanın içinde yaşayarak, deneyip yanılarak öğrenebilir. Bu da öğrenilenlerin ezberlemekten daha kalıcı olmasını sağlar.

Çocukların kısıtlı alanlar yerine zengin çevrelerde yaşaması onların beyinlerinin gelişimine doğrudan etkili. Bu konuda yapılmış fare deneylerinde iki farklı kafes ayarlanmış bir kafes oyuncaklarla ve koşma çemberiyle donatılmış diğeri ise boş bırakılmıştır. Sonuç olarak çevre şartları daha çeşitli olan farelerin beyninin yapısal olarak daha çok geliştiği görülmüştür. (2)

Beş çocuğuna da okulsuz eğitim veren çocuk doktoru Kathleen Berchelmann, evde eğitim vermesinin şu avantajlarından faydalandığını söylüyor:

• Okulsuz eğitim daha az zaman kaybı yaşatıyor. Okula ulaşmak için serviste/arabada geçen zaman ve sonra dönünce ödev yapmakla geçen zaman sizin oluyor.

• Çocuklar evde akademik olarak daha fazla gelişim gösteriyorlar.

• Evde eğitim zor değil ve hatta eğlenceli. Esnek bir zaman planlamasına kavuştuk.

• Çocuklar okula gitmeden de spor, sanat gibi kamu hizmetlerinden yararlanabiliyor.

• Evde eğitime geçtiğimizden beri annelikten çok daha fazla keyif alıyorum. Önceden kendimi sadece bir okul servisi, ev ödev kontrolörü, aşçı ve denetçi gibi görüyordum.

• Çocuklara artık daha az bağırıyoruz. Sevgiye dayalı bir otoritemiz oluştu.

• Çocuklarımıza günlük yaşam becerilerini aktarabiliyoruz. Küçük çocuklar büyük çocuklardan öğreniyorlar. Bu verimlilik sağlıyor.

• Daha az para harcıyoruz. Özel okula göndermek, servis parası vermek ya da bir bakıcı tutmak zorunda değiliz.

• Akran baskısının yerine çocuklarımız daha sağlıklı sosyalleşebiliyor. Video oyunları, abur cuburlar gibi okulun kötü etkilerinden de korunuyoruz.

• Bir yerlere yetişmek için acele etmek zorunda değiliz. Çocuklar yeteri kadar uykularını alıyorlar. Ayrıca kahvaltılarımız, gün içerisinde yapacaklarımızı birlikte planladığımız harika zamanlara dönüştü.

• Çocuklarımıza kendi değerlerimizi aktarabiliyor, bu noktada istediğimiz konuyu daha fazla işleyebiliyoruz. Kötü alışkanlıklardan çok çabuk kurtulduk.

2.1. Neden Okulsuzluk? 

Şimdi normal olanın örgün eğitim olduğunu kanıksadığımız modern eğitim kurumlarının sadece son iki yüzyılda kurumsallaştığını düşünürsek, evde ebeveynlerin önderliğindeki öğrenme biçimi aslında çok daha eski bir gelenek.

Ev okulunda çocuklarına koçluk yapan aileler, nasıl okul öncesinde onlara konuşmayı, hayatlarını idame etmeyi öğretiyorlarsa, okul çağında da her şeyi aynı esneklikle ve gündelik hayat içinde öğretebildiklerine inanıyorlar. 

2.2. Okulsuz Eğitimin Tercih Nedenleri 

Yapılan araştırmalar, ailelerin okulsuz eğitimi tercih etmelerinin temel sebeplerini şöyle gösteriyor: 

• Çocuğun karakterine ve ahlakına yön verme isteği

• Okulun öğrettiklerine ideolojik olarak karşı çıkmak

• Okuldaki zorba akran baskısı, öğretmen baskısı

• Çocuğun özel ihtiyaçlara/engellilik haline sahip olması

• Çocuğun istenilen okula gidememesi

2.3. Okulsuz Eğitimin Dezavantajları

Bunların yanında okulsuz eğitimin dezavantajları da olabiliyor. Aileler bunları bertaraf etmenin yollarına baksalar da bu tehlikelerin farkında olmak önemli:

• Evde eğitimin sıklıkla gösterilen kötü yanı sosyalleşme faktörü. Çünkü çocuklar aile bireyleriyle arkadaşlarından daha fazla vakit geçirebiliyor.

• Çocukların aldıkları eğitim, kapsam bakımından sınırlı kalabilir ve öğretilen bilgi sadece ailenin bakış açısı ve ön yargılarıyla sınırlı olabilir.

• Öğretme yeteneğinden yoksun olan aileler, doğal bir sonuç olarak çocuğun öğrenme kapasitesini sınırlandırabilir.

• Evde eğitim alanlar, o müthiş öğretmenlerin verdiği ilhamı ve fikirleri elde etme fırsatını kaçırırlar.

• Evde eğitim alan çocuklar, sınıf ortamında öğrenme avantajlarından mahrum kalır.

• Aileler çalışma isteği ve mali ihtiyaçlar yüzünden evde eğitimi kendi çıkarlarına ve sosyal ihtiyaçlarına göre değiştirmek zorunda kalabilir. Bu da kendi içinde düzensiz bir öğrenmeye yol açar. 

Amerika, Avrupa ve Avustralya gibi ülkelerde okulsuz eğitim hukuki olarak tanınmış ve desteklenmektedir.

3. EV OKULU

Ev okulu, okulsuz eğitimden farklı olarak mevcut resmi müfredata bağlı olarak ilerleyen ancak çocuğun okul binasına gelmesini gerekli görmeyen eğitim sistemidir. Bu sistem, okulsuz eğitime göre daha sıkı olsa da, okul düzenine göre çocuğu belli fiziki şartlara hapsetmemesi bakımından kıymetlidir.

3.1. Ev Okullarının Tarihsel Gelişimi

Ev okulları Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) 1980’li yıllarda ortaya çıkmış ve toplumsal bir hareketlilik olarak çok sayıda aileyi bu akıma dâhil etmiştir. O yıllarda ev okulu uygulaması Amerikan medyasında fanatiklerin ve idealistlerin bir eylemi olarak yansıtılıyor, bazı aileler ise çocuklarını evde eğitiyor gerekçesiyle hapse atılıyor ya da cezaya çarptırılıyordu. 1980’lı yıllara kadar tüm Amerikalılar yasal olarak devlet okullarını tercih etmek zorundaydı. Aksi takdirde suç işlemiş sayılıyorlardı. Ancak 1983 yılında 4 eyalet ev okullarını resmi olarak kabul etti. Daha sonraki yıllarda ev okullarının resmi olarak kabulü devletten devlete farklılık göstermiş ve temel olarak 3 farklı durum ortaya çıkmıştır

1) Kamu okullarına hiç alternatif sağlamayanlar (1 eyalet)

2) Ev okullarına kanunen “başka yerde eğitim denkliği” gibi denklik verenler (11 eyalet)

3) Ev okullarını kabul edenler (29 eyalet).

Bunun dışında kalan dokuz eyalet ev okullarını yasal olarak kabul etmiştir. Sadece Teksas ev okullarına karşı çıkmıştır. Ev okullarına karşı çıkan veya çekimser kalan devletler yasal olarak yeni düzenlemeler getirmiş ve ev okullarını özel okul statüsünde değerlendirmiştir. (3)

Sonuç olarak, ev okulu, okulsuz eğitime giden yolda birinci basamak olarak görülebilir. Devletin özellikle “yeni dünya düzeninde” Covid19 Aşı Uygulamaları çerçevesinde vatandaşları arasında ayrımcılık yapmak yerine ev okulu veya okulsuz eğitim yönünde mevzuat düzenlemeleri getirmesi çok daha makul bir yol olarak gözükmektedir.

Dipnotlar

(1) Griffith; Mary, Okulsuzluğun El Kitabı, Yeni İnsan Yayınevi, 2021, s. 15.

(2) Eagleman; David, Canlı Devre – Durmaksızın Değişen Beynin İçyüzü, Bkz Yayıncılık, 2021, s. 19.

(3) Tösten; Rasim, Elçiçek; Zakir, Alternatif Okullar Kapsamında Ev Okullarının Durumu, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 20 (2013) s. 37-49.

Kaynaklar ve Tavsiye Kitaplar

Barbara J. Patterson, Waldorf Yöntemiyle Çocuğumu Büyütüyorum, Kaknüs Yayınları, 2020.

Ben Hewitt, Okulsuz Büyümek, Sinek Sekiz Yayınevi, 2017.

Ivan Illich, Okulsuz Toplum, Şule Yayınları, 2021.

Jennifer Ward, Oyun Arkadaşım Yeryüzü, Sinek Sekiz Yayınevi, 2018.

John Taylor Gatto, Eğitim: Bir Kitle İmha Silahı, EDAM, 2017.

Mary Griffith, Okulsuzluğun El Kitabı, Yeni İnsan Yayınevi, 2021.

Matt Hern, Alternatif Eğitim, Kalkedon Yayıncılık, 2008.

Kim John Payne, Daha Sade Bir Hayat, Doğan Kitap, 2019.

Richard Louv, Doğadaki Son Çocuk, Tübitak Yayınları, 2018.

Versiyon : 1.1

(ZS)orunlu Aşı Meselesi

Bu yazı için yaklaşık okuma süresi: 20 Dakika

Yeşil Derman (@yesilderman) instagram hesabı üzerinden sağlık hukukçusu kimliğimizi bilen dostlar vesilesiyle son zamanlarda “Covid19 Aşı Uygulamaları” hakkında çok fazla soru geliyor. Bu soruların her birine ayrı ayrı cevap vermek gerçekten inanılmaz zaman alıyor ve dahası aynı şeyi farklı kişilere tekrar etmek zorunda kalıyoruz. Bu bölümde sizlerle; işçisinden, öğrencisine; memurundan, askerine; yerel turistinden profesyonel futbolcusuna kadar çok geniş yelpazede “(ZS)orunlu Aşı Uygulamaları” hakkında muhatap olduğumuz sorulara genel bir cevap niteliğinde olması için derlediğimiz bilgileri paylaşıyoruz.

Öncelikle aşağıda sizlerle paylaştığımız tüm bilgiler, şahsi hukuki kanaatlerimiz olup buradaki hukuki bilgi paylaşımlarını “kesin böyledir.” şeklinde algılanmaması gerektiğinin önemle altını çiziyoruz. Dahası başkaca hukukçuların aşağıdaki çoğu konuda aksi kanaat bildirmeleri de mümkündür. Ve en önemli kısmı, tüm bu bilgiler “hukuk devleti” olan ülkelerde geçerliliği olan bilgilerdir. Bilgileri paylaşmak bizden, gereğini takdir dostlarımızdan.

Tüm metni okumak veya olup – bitenlerin hukuki perde arkasını öğrenmek için vakti olmayanlara özet geçelim; Covid19 Aşı Uygulamaları bir tıbbi müdahale olarak hukuka uygunluk şartlarını taşımamaktadır. Diğer yandan mevcut düzenlemeler çerçevesinde kişilerin Covid19 Aşısı olmasının zorunlu tutulması Anayasa değişikliği yapılmadığı veya olağanüstü hal ilan edilmediği müddetçe mümkün değildir.

Detaylarla ilgilenmeyen ve doğrudan zorunlu aşı uygulaması ile muhatap edilen dostlarımız, aşağıda (3) numaralı Covid19 Aşı Uygulamalarının Zorunlu Tutulması başlıklı son kısmı okumakla yetinebilirler.

1. Tıbbi Müdahale olarak Covid19 Aşı Uygulamaları

Tıbbi Müdahale, kişinin yaşama hakkına, bedensel bütünlüğüne, bir başkası tarafından belli şartlar çerçevesinde yapılan müdahaledir. Tıbbi müdahale; kişinin ruh ve beden sağlığına yönelik herhangi bir noksanlığı veya hastalığı teşhis ve tedavi etmek; tedavinin mümkün olmaması halinde hastalığı hafifletme, ilerlemesini ve kötüye gitmesini önlemektir. Ayrıca acılarını dindirmek, ortaya çıkmamış ancak çıkması muhtemel hastalıkları önlemek amacıyla kanunun yetkilendiriği kimselerce tıp biliminin öngördüğü genel kural ve esaslar uyarınca gerçekleştirilen her türlü faaliyettir. (1)

Hasta Hakları Yönetmeliği 4. maddesinde tıbbi müdahaleyi şu şekilde tanımlamıştır;

Tıp mesleğini icraya yetkili kişiler tarafından uygulanan, sağlığı koruma, hastalıkların teşhis ve tedavisi için ilgili meslekî yükümlülükler ve standartlara uygun olarak tıbbın sınırları içinde gerçekleştirilen fizikî ve ruhî girişim

Bu tanımlar gereği, Sağlık Hukukunda tıbbi müdahalenin, konumuz açısından aşının, hukuka uygunluk şartları dört ana başlık altında incelenir. Bunlar; Yetkili Kişi, Tıbbi Gereklilik (Endikasyon), Tıbbi Standart ve Aydınlatılmış Onam. (2)

Bir tıbbi müdahale olarak Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından bu dört şartın birlikte ve aynı anda sağlanması gerekmektedir. Aksi halde söz konusu müdahalenin hukuka uygun olduğu söylenemez.

1.1. Covid19 Aşı Uygulamaları Bakımından Tıbbi Müdahaleye Yetkili Kişi Şartı

Tıbbi müdahalelerin bireyler üzerinde meydana getirebileceği muhtemel olumsuz etkiler dolayısıyla, tıbbi müdahale yetkisi sadaece sağlık personeline (esas itibariyle tabibe) verilmiştir.

1219 Sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun birinci maddesine göre;

Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için tıp fakültesinden diploma sahibi olmak şattır.

Esas olarak tıbbi müdahale yetkisinin tabibe verilmiş olmakla birlikte hemşire ve acil tıp teknikerleri gibi sağlık yardımcı personelinin tek başına doğrudan tedavi kararı ve bu yönde müdahale yetkisi olmadığının altı önemle çizilmelidir. Bu personeller daima yetkili bir tabibin talimatı altında ve onun gösterdiği usule göre çalışır.

25.02.1954 Tarihli ve 6283 Sayılı Hemşirelik Kanunu, 4. maddesine göre;

“Hemşireler; tabip tarafından acil haller dışında yazılı olarak verilen tedavileri uygulamak, her ortamda bireyin, ailenin ve toplumun hemşirelik girişimleri ile karşılanabilecek sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını belirlemek ve hemşirelik tanılama süreci kapsamında belirlenen ihtiyaçlar çerçevesinde hemşirelik bakımını planlamak, uygulamak, denetlemek ve değerlendirmekle görevli ve yetkili sağlık personelidir. Ayrıca aile hekimliği uygulamasına ilişkin kanun hükümleri ile bu Kanuna dayanılarak yürürlüğe konulan mevzuattaki görevleri de yaparlar.”

Günümüzde Covid19 aşı uygulamaları esas olarak hemşireler tarafından; herhangi bir hastalık öyküsü alınmadan, tabibin yüzünü dahi görmemiş hastaların, hukuki anlam ve değeri olmayan matbu aydınlatılmış onam formu adı verilen bir belgeyi imzalaması suretiyle yapılmaktadır.

Yukarıdaki mevzuatta açık bir şekilde görülebileceği üzere, Hemşirelerin kendilerinin “tıbbi müdahaleye ve tedavilere” karar verme yetkileri yoktur. Hemşireler, tabibin yazılı talimatına bağlı olarak çalışırlar. Bu bakımdan Covid19 Aşı Uygulamaları için hemşirenin bağlı bulunduğu tabibin yazılı talimatı olmadan uyguladığı her aşı doğrudan kendi kişisel hukuki ve cezai sorumluluğunu doğuracaktır. Başka bir ifadeyle aşı uygulaması neticesinde, herhangi bir zarar meydana geldiğinde uygulamayı yapan hemşirelere, aşıyı uygulayan kurumla birlikte doğrudan husumet yöneltilebilecek, dava açılabilecektir.

Kısaca, ülkemiz açısından idare tarafından hemşirelere “aşı uygulama görev ve sorumluluğu yıkılmıştır.” Ancak idarenin yaptığı usulsüz ve dayanaksız işlemler, yargı ve kanun önünde hemşirelerin hukuki sorumluluklarını ortadan kaldırmayacaktır. Dahası hemşireler, aşı üreticisi özel şirketler kadar da korunmayacaktır. Hemşire STK’larının bu nedenle hızlı bir şekilde harekete geçerek, aşı üreten özel şirketler gibi hemşireler bakımından da kanuni düzenleme ve muafiyet talep etmesi kendileri için önem arz etmektedir.

Tabibin, aşı uygulamarında aktif rolü vardır. Örnek vermek gerekirse, yeni doğan aşılarında, annenin ağır bir kronik rahatsızlığı nedeniyle bağışıklık baskılayıcı ilaçlar kullanıyor olması durumunda yeni doğan aşısı “normal” takvime göre yapılmaz veya annenin emzirme süreci biteni kadar tamamen ertelenebilir. Bu konuda karar yetkisi tabiptedir. Tabip söz konusu kararı hastanın geçmişi ve aşının üretici tarafından hazırlanan prospektüsünü göz önüne alarak verecektir.

Kısaca ifade etmek istediğimiz husus şudur, “acil kullanım onayı” söz konusu olmayan, onlarca yıldır yeni doğanlara uygulanmakta olan, tıp camiasında çok büyük oranda fikir birliği olan “yeni doğan aşılarının” dahi herkese uygulanması gibi bir zorunluluk yoktur ve tıbbın doğası gereği olamaz. Bu durum tıpta yerleşik “hastalık yoktur, hasta vardır.” ilkesinin doğal sonucudur. Ancak bu ilkenin yerini yeni düzende, geçmiş tüm tıp etiği ilkelerini de yerle bir eden “Hasta yoktur, hastalık vardır” ilkesi almıştır.

Diğer yandan tekraren altı çizilmelidir ki, mevcut uygulamakta olan aşıların prospektüsü yoktur. Ancak yine herkes tarafından çok iyi bilinmektedir ki, tüm dünyada milyarlarca kez kullanılmış olan aspirinin dahi kutusundan detaylı bir prospektüs çıkmakta, aspirin hakkında detaylı bilgi vermekte ve hatta bazı durumlarda tabibe danışılmadan kullanılmaması gerektiğini belirtmektedir.

Sonuç olarak, Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından, sizlerin tüm hastalık geçmişini bilen bir tabip tarafından, “olmayan aşı prospektüslerindeki şartlarla” kıyaslayarak Covid19 Aşı Uygulamasına uygun olduğunuz onay verilmeden, hemşirenin “tabibin talimatına değil” “idarenin talimatına bağlı olarak” uygulayacağı Covid19 Aşısı yetkili kişi şartının eksikliği nedeniyle hukuka aykırı bir tıbbi müdahale olacaktır.

1.2. Covid19 Aşı Uygulamaları Bakımından Tıbbi Gereklilik Şartı

Tıbbi gereklilik (zorunluluk-endikasyon) ise, tıbbi müdahale olmaması halinde kişinin zarara uğrayacağının tabip tarafından tespit edilmesi halinde ortaya çıkar. Örneğin, tıbbi zorunluluk olmadan; hastanın rızası olsa ve uzman tabip tarafından yapılsa bile, tıbbi standartlara uygun şekilde bir kişinin böbreğinin çıkarılması halinde dahi hukuka uygun bir tıbbi müdahale olmayacaktır. Kişinin adli merciler önünde, “Mali durumum çok kötü, böbreğimi satmazsam ben ve çocukların açlıktan öleceğiz, bu tıbbi müdahale yaşamam için gereklidemesi, tıbbi gereklilik olmadığı gerekçesi ile suç teşkil edecektir.

Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından ise tıbbi gerekliliğin varlığı halen daha dünya kamuoyu tarafından yoğun bir biçimde tartışılmaktadır. Burada tıbbi gereklilik ile kamusal (toplumsal) gereklilik kavramlarının farkının önemle altı çizilmelidir.

Bir tıbbi müdahalenin gerekliliği, kişinin ona ihtiyacı olup-olmadığı ile ölçülmelidir. Kamu yararı ile bireysel yarar birbirinden ayırt edilmelidir. Tıbbi müdahalenin gerekliliği esas olarak bireysel yarar dikkate alınarak tespit edilir. Aksi durum tıbbi müdahalelerde bireyin tercih hakkını tamamen ortadan kaldırılması sonucunu doğurur. İdare Hukukuna ait bir kavram olan kamusal yarar (kamu yararı) sağlık hukukuna ve kişilik haklarına ait bir kavram olan tıbbi gereklilikle bu bakımdan ayrılmalıdır. Başka bir ifadeleyle, birey için tıbbi gereklilik toplum için kamu yararı vardır. Kamu yararı olduğu düşünülüyor diye birey için de tıbbi gereklilik olduğunu söylemek mümkün değildir.

Dahası Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından sürekli mutasyon riski ve toplum için gerekli görülen aşıların “etkisiz” olma ihtimali her an olduğundan kamu yararının “sabit” olduğu da ileri sürülemez. Son olarak aşılar hakkındaki bağımsız bilimsel çalışma ve raporlara göre iki doz aşılıların ölüm oranı, aşısızlara göre daha yüksek gözükmektedir. Bu raporlara rağmen bireylerin aşı olmaya teşvik edilmesi kasten öldürmeye teşebbüs olarak değerlendirilmelidir.(*)

Aşı olmayanlar üzerinde büyük baskı oluşturan, “Toplum sağlığını riske atıyorsunuz, kul hakkına giriyorsunuz.” gibi söylemlerin de bilimsel dayanağı bulunmamaktadır. Tam aksine, bir tür grip virüsü olan Corona Virüs gibi mRNA virüslerinin başarılı(!) aşılar karşısında varyant oluşturma eğiliminin daha yüksek olduğu bilinmektedir. Bir dönem, bugün tıpkı Covid19 Aşıları gibi her derde deva görülen antibiyotiklerin, güçlü bakterilere sebep olduğu ve bunun 2050 yılına gelindiğinde insanlığın en büyük sağlık sorunu haline geleceği Dünya Sağlık Örgütü’nün de kabulündedir. Aynı şekilde doğanın varynat oluşturma hızına onu baskılayan aşılarla yetişelemeyeceği gerçeği göz önüne alındığında, bireyleri aşı bağımlısı yapmanın üç – beş ticari firma dışında insanlığa hiçbir faydası olmayacağı, aksine zararı olacağı şüphesizdir.

Aşının, yapılan subjektif kaynaklı bilimsel araştırmalara göre önleyici tedbirler arasından en etkili yol olduğunu, aşıdan sağlanan korumanın başkaca bir yoldan sağlanamadığı gerekçesi ile zorunlu olabileceğini ve orantılı bir tıbbi müdahale olduğunu savunan düşüncenin bu nedenlerle kabul edilemez.

Öte yandan Türkiye’de Covid19 Aşı Uygulamalarının tıbbi gerekliliği noktasında yayınlanmış bilimsel makale de bulunmamaktadır.

Diğer yandan kamunun yararının “ticari kâra” endeksli olması da hukuken kabul edilemez. Kamu yararının ticari şirketlerin subjektif verilerine göre değil objektif kritelere göre belirlenmesi elzemdir. Ancak işaret olunduğu üzere Türkiye’de Covid19 aşılarının işe yaradığına yönelik bilimsel veriler halen daha yayınlanmamış, Covid19 Aşılarının yan etkilerinin tüm bilim camiası tarafından objektif olarak takip edebileceği bir veri tabanı dahi oluşturulmamaıştır.

Bugün uygulanmakta olan Covid19 Aşılarının tümü tıbbi gereklilikten ziyade, kamusal hayatın yani sosyal hayatın kaldığı yerden devam edebilmesi için belli merciler tarafından gerekli gösterilmektedir. Hatta denebilir ki, aşıdan başka çare olmadığı yönünde yapılan yoğun kamuoyu aydınlatma çalışması bir bakıma aşı üreticisi ilaç firmaları için reklam çalışması niteliği taşıdığından “reklam yasağı” ihlaline de sebebiyet vermektedir.

Diğer yandan bilindiği gibi, konunun uzmanı tabipler arasında da Covid19 aşılarının her yaştan insan için aynı derecede gerekli görülmemektedir. Dahası küçük yaştaki bireyler için Covid19 Aşı Uygulamalarına daha halen daha acil kullanım izin verilmediği bilinmektedir. Dahası hamilelik, zihinsel rahatsızlıklar ve çeşitli kronik hastalıklarla söz konusu aşıların nasıl bir etki yapacağı da bilinmemektedir.

Özetle, Covid19 aşı uygulamaları özelinde tıbbi müdahalenin hukuka uygunluk şartlarından yetkili kişi şartı sağlanmadığı gibi tıbbi gereklilik şartının da sağlanamadığı şüphesizdir.

1.3. Covid19 Aşı Uygulamaları Bakımından Tıbbi Standart Şartı

Tıbbi müdahaleyi hukuka uygun hale getiren ve her birinin birlikte olması gereken şartlardan üçüncüsü tıbbi standarttır. Tıbbi standart, tabibin tıbbi müdahale esnasında tıp biliminin kural ve esaslarına uyma zorunluluğu anlamı taşır.

Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından tıp biliminin kural ve belli esasları olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu bakımdan acil kullanım onayı alan, başka bir ifadeyle henüz bir standart edinmemiş tıbbi müdahalenin de bu şart bakımından tıbbi yeterliliği sağlasa da hukuki yeterliliğinin olduğunu söylemek mümkün değildir.

Yine burada belirtmekte yarar var ki, aşı üreticisi özel şirket sahiplerinin, kendi ürünlerinin kullanma kılavuzlarına ilişkin yaptığı açıklama elbette tıbbi standart veya rehber olarak değerlendirilemez. Dahası kamuoyuna yapılan açıklamalar neticesinde bilinmektedir ki, söz konusu standartlara ürünlerin sahibi özel şirketler ve düzenleyiciler de tam olarak karar verememiştir.(**)

Tıbbi standart ve rehberler, tabiplere karşılaştıkları vakalar karşısında başvuracakları usul ve esasları düzenler. Ancak bugün Covid19 Aşı Uygulamalarına muhatap olacak kişi öncelikle bir tabiple dahi muhatap olmamaktadır. Bu bakımından tabip tarafından işbu müdahaleye, yani aşıya uygun olup – olmadığı yönünde, bir tedavisi yapılmadığı için herhangi bir standart veya rehber de aranmamaktadır.

Bu durumun hukuk yanında tıp bilimine de aykırı tarafı, Covid19 Aşı Uygulamalarının çeşitli hastalar ve hastalıklarla birlikte takip edilememesi nedeniyle tıbbi standart ve rehber oluşturmanın da bu haliyle mümkün olmamasıdır.

Diğer yandan Sağlık Bakanlığı’nın kendi sitesinde yaptığı açıklamalara göre, gebeler ve emziren kişiler için veri olmadığı belirtilmekte ancak kişilerin talebi halinde aşı olabileceği belirtilmektedir. Bu durum en kibar ifadeyle Devletin kendi vatandaşını “karanlığa itmesinin” en bariz halidir.

Bu konuda bir diğer husus uygulanacak doz miktarıdır. Covid19 Aşı Uygulamaları hakkında yapılan basın açıklamalarından, şimdilik 4. doz bakımından, resmi makamların dahi kafa karışıklığı içinde olduğuna şüphe yoktur. Özellikle yurt dışına çıkacak olan kimselere, gideceği ülkece belli tip bir aşının kabul edilmemesi nedeniyle, yeniden aşı vurulmasını gerekli görülmesi tıbbi standart anlamında kabul edilebilir bir durum değildir. Eğer bilimsel verilere dayalı bir tıbbi standart varsa, bu Çin için de Almanya için de aynı olmalıdır. Dahası Dünya Sağlık Örgütü bu düzeni sağlamak için veya tıbbi standartların ülkeden ülkeye neden değiştiğini izah etmek için var olmasına rağmen bu yönde henüz bir adım atmamıştır. Bir ülkenin kabul ettiğini bir diğer ülkenin kabul etmemesi durumu, Covid19 Aşı Uygulamaları için tıbbi standart olmadığını dahası bunların Devletler arası güç dengelerini değiştirmek gayesiyle biyolojik silah olarak kullanılmakta olduğunu da göstermektedir.

Kısaca, bir tıbbi müdahale olarak Covid19 Aşı Uygulamalarını hukuka uygun hale getirecek; yetkili kişi tarafından uygulanması ve tıbbi gereklilik şartları sağlanmadığı gibi tıbbi standart ve rehberlere uygunluk şartının da Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından olduğu söylenemez.

1.4. Covid19 Aşı Uygulamaları Bakımından Aydınlatılmış Onam Şartı

Tıbbi müdahalenin hukuka uygunluk şartları bakımından halk arasında en çok bilineni, aydınlatılmış onam adı verilen; tıbbi müdahaleye, tıbbi müdahale uygulanacak kişinin(veya velisinin) anlayabileceği bir dilde ancak tıbbi standartlar çerçevesinde olması şartıyla verilen izin (rıza) şartıdır.

Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından yukarıdaki ilk üç şartın sağlanmaması bir yana, kamuoyunda en çok tartışılan husus Covid19 Aşı Uygulamaları bakımından matbu olarak doldurulan ve imza altına alınan “aşı onam forumu” denen belgedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, söz konusu belgenin ve üzerine atılan imzanın mevcut yerleşik yargıtay kararları ve doktrini karşısında hukuki değer ve önemi yoktur.

Başka bir ifadeyle, söz konusu imza nedeniyle ne aşıyı uygulaması yapan hemşirenin, ne de özel veya resmi kurumun sorumluluğu ortadan kalkmaz. Hukuki değeri olmayan söz konusu belgenin imzalatılmasındaki gizli saik, vasat bir vatandaşta aşı nedeniyle zarar meydana gelmesi halinde harekete geçmesine göstermelik bir engel koymak olarak düşünülmektedir.

Son olarak bilinmelidir ki, “tıbbi müdahaleye onam formunun” geçerliliğinin olabilmesi için yapılacak tıbbi müdahalenin tüm yönleriyle tabip tarafından tıbbi müdahale yapılacak kişiye onun anlayacağı dilde tüm riskleri ihiva edeeck şekilde yapılması gerekmektedir. Yani Covid19 Aşı Uygulamarının sayfalar dolusu risklerini bir kağıda yazıp imzalatsanız dahi söz konusu imza tabibin aydınlatmasına bağlı olmadığından müdahale yine de hukuka aykırı olacaktır.

Sonuç olarak Covid19 Aşı Uygulamaları, Anayasa, Umumi Hıfzı Sıhha Kanunu ve Ceza Kanunu gibi kamuoyunda sıklıkla zikredilen diğer genel nitelikli kanunlara daha gelmeden, basit birer tıbbi müdahale olarak değerlendirildiğinde dahi hukuka aykırı uygulamalardır. Mevcut uygulama ve takip usulleriyle de hukuka uygun hale gelmesi mümkün gözükmemektedir.

2. Anayasal Haklar Karşısında Covid19 Aşıları

İzah olunduğu üzere, Covid19 Aşılarının “hukuka bağlı adil bir devlet düzeninde” hukuka uygun hale gelmesi için daha gideceği çok yol vardır. Bu bakımdan Covid19 Aşı Uygulamaları için tıbbi standartların oluşması, tıbbi gerekliliğin tam olarak belirlenmesi ve uygulayıcı yetkili kişilerin saptanıp yeterli bilgilendirmeye dayalı rıza ile uygulamaların yapılması tüm dünyada iktidarları zorladığı bilinmektedir.

Bu yüzden hukuk devletlerinde, zorunlu aşı meselesi mevcut iktidarların vatandaşlarına “bahşettiği” tercih meselesi değil, eski dünya düzeninde ortaya konmuş “yaşam ve yaşama hakkını koruyan” hukuk kurallarının, yetkilerini özel sermayeye devretme hevesindeki mevcut iktidarların ayaklarına bağ olma meselesidir.

Covid19 Aşı Uygulamaları, “yeni normal olması beklendiği için” olağanüstü olarak tanımlanmayan bir zamanın ardından gelmiştir. Bu kısmın anlaşılması hukuk tekniğinden ziyade hukuk devletinin gereği olması bakımından çok önemlidir. Bir bakıma, eğer sermayenin güdümünde değilse, mevcut iktidarlara da yaptığı işleri hukuka uygun hale getirmenin yolunu göstermek bakımından dikkate değerdir.

Covid19 tüm dünyada “pandemi” adı ile servis edilmiş; maske, mesafe, diğer tüm olağanüstü uygulama ve kısıtlamalar “pandemi” gerekçesi ile sağlanmıştır. Ancak eski dünya düzeninde olması gereken, “pandemi” gibi durumların hukuk düzeninde “olağanüstü” olarak tanımlanmasıdır. Yani başka bir ifadeyle, eski dünya düzenine göre “savaş” gibi olağanüstü bir durum meydana gelmiş, ancak yeni dünya düzeninde bu “savaş” “olağan” görülerek savaş uygulamalarına geçilmiştir. Bunun doğru bir hukuki yol olduğunu söylemek elbette mümkün değildir.

Bakanlıkların kanunla özel olarak yetkili kılınmadığı müddetçe genelgeyle, genel nitelikte tedbir kararı vermesi hukuka aykırıdır. Bu bakımdan genelgeyle aşı zorlaması yapılması da hem doktrinde(3) hem yüksek mahkeme kararlarında kabul edilmemektedir.

Peki olağanüstü bir dönem olmasına rağmen, geçmişte kriz anlarında idareyi kolaylaştırmak adına “olağanüstü hal ilan etmek için fırsat arayan” iktidarlar tüm dünyayı kasıp – kavuran bir hali neden olağan hal olarak görmüş olabilir?

Bunun başlıca nedeni; tüm iktidar erklerinin daha salgının ilk gününden beri Sermaye kanadı tarafından Covid19 aşılarından önce piyasaya sürülen “yeni dünya düzeni” gerçeğini satın almasıdır. “Yeni dünya düzeni” ve Dünya Ekonomik Formu malı olan “Büyük Sıfırlama(great reset)” tüm dünyaya olağanüstü tanımlanması gereken durumun, olağanüstü değil, “yeni normal” olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Bu nedenle geçmişte “hak ihlali sayılacak” nice hal ve uygulama “yeni normal” olarak kabul edilmiştir.

Tüm dünyada ve esas olarak ülkemizde, Pandemi halinde nasıl bir yol izleneceği Anayasa ile “güvence altına alınmıştır”. Öyle ki, Anayasal hakların, belli şartlar dahilinde, belli bir süreliğine, belli kişiler için, belli bir şekilde askıya alınması her ne kadar eski dünya düzeninde kısıtlama gibi görünse de aslında muazzam bir güvencedir. Vatandaşların Devlete olan bağlılığı, Devletin kendi kanunlarına bağlılığı nispetindedir. Ancak yeni dünya düzeninde “eski dünya düzeninden” kalmış devletler istenmemektedir.

Anayasa’nın 119. maddesinde şu ifadelere yer verilmiştir;

Cumhurbaşkanı; savaş, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, seferberlik, ayaklanma, vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, tabiî afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir.

Olağanüstü hal ilanı kararı, verildiği gün Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılır; Meclis gerekli gördüğü takdirde olağanüstü halin süresini kısaltabilir, uzatabilir veya olağanüstü hali kaldırabilir.

Cumhurbaşkanının talebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi her defasında dört ayı geçmemek üzere süreyi uzatabilir. Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz.

Olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile 15 inci maddedeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya geçici olarak durdurulacağı, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği kanunla düzenlenir.

Olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104 üncü maddenin onyedinci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur.

Savaş ve mücbir sebeplerle Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanamaması hâli hariç olmak üzere; olağanüstü hal sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri üç ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülür ve karara bağlanır. Aksi halde olağanüstü hallerde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kendiliğinden yürürlükten kalkar.

Anayasa’nın yukarıda tam metnini verdiğimiz 119. maddesi açık hükmü, 2935 Sayılı ve 27.10.1983 Tarihli Olağanüstü Hal Kanunu ilgili maddeleri gereği ülkemizde bugüne kadar uygulanmakta olan tüm kısıtlamaların Anayasa’ya aykırı olduğu açıktır.

Bu durumda, hem Türkiye Cumhuriyeti iktidarının hem de bu kısıtlamaları az bularak sertleştirilmesini talep eden sözde muhalefetinin ve yine dünyanın çeşitli ülkelerinde benzer Anayasa hükümlerine rağmen olağanüstü hal ilan etmeyen iktidarların bir nevi anayasal sağlık darbesi gerçekleştirdiğini hukuk tekniği bakımından dahi tespit edilmemesi neden olabilir?

İki kelime ile “Yeni Düzen”

Çünkü yukarıda işaret edildiği üzere, anayasal hürriyetlerin kısıtlanması hem Türkiye Cumhuriyeti ve hem de diğer eskiden anayasasına bağlı olan devletler bakımından olağanüstü hal ilan edilmesine bağlıdır. Ancak “olağanüstü hal niteliği itibariyle geçicidir” Ancak, -iktidarların iktidarları- yeni düzeni geçici olarak istememektedirler. Çünkü bir daha eskiye dönüş olmayacağı her seviyede yetkili tarafından çeşitli şekillerde dile getirilmiştir.

Diğer yandan 119. madde çerçevesinde her ne kadar soyut norm denetimi yolu kapalı olsa da TBMM onayından sonra OHAL kararları için Anayasa Mahkemesi denetim yolunun açık olduğunu ileri süren görüşler vardır. Yani bir başka ifadeyle olağanüstü hal ilanı, siyasi gelecek kaygısı ve yargısal denetim kaygıları nedeniyle yapılmamaktadır.

Özetle, Zorunlu Covid19 Aşı Uygulamalarının Anayasal Haklar karşısında daha üst bir noktaya alınması ancak doğrudan Anayasa Değişikliği veya daha pratik olarak usulüne uygun olağanüstü hal ilanı ile anayasal hakların askıya alınması yoluyla mümkün olabilir. Ancak bu zorunlulukta elbette yine Anayasa Mahkemesi ve AİHM önünde tartışılmaya açıktır. Bu nedenle “ben yaptım, oldu” usulü çok daha partik olmaktadır.

3. Covid19 Aşısının Zorunlu Tutulması

Yukarıdaki tüm izahatlar bir araya toplandığında bugünkü mevzuat hükümleri karşısında, Covid19 Aşı Uygulamalarının toplum için hukuka uygun şekilde zorunlu olmasının çok kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer yandan yine herhangi resmi veya özel kuruluşun Covid19 Aşılarını zorunlu kılma veya hukuki hakları çerçevesinde Covid19 Aşı Uygulamasını kabul etmeyenleri ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürerek buna sevk eden düzenlemeler getirme imkanı da hukuken bulunmamaktadır.

Ancak yazının başında değindiğimiz gibi tüm bunlar, “hukuk devleti” olan ülkelerde dikkate alınacak hususlardır. Hukuk Devleti olmayan bir ülkede bir sabah ansızın tüm Covid19 Aşı Uygulamalarını reddedenlerin evlerinden alınarak toplama kamplarında gaz odalarında öldürülmesi veya yakılması Dünya tarihinin görmediği çok da şaşılacak bir olay değildir. Şaşılacak kısım, tarihte zalimlerin küçük bir bölgeye hakimiyet kurarken bugün küreselleşen dünyada bu zalimliğin de küresel nitelikte olmasıdır.

Bizlere gelen sorulardan yola çıkarak çeşitli durumlar için izlenecek hukuki adımları aşağıda sıraladık. Ancak buradaki bilgilere dayanarak, yaşadığınız ülke için “Adaleti, mülkün temeli sanmayınız.” Başka bir ifadeyle, “benim böyle bir hakkım var!” diyerek ortaya çıktığınızda, karşınızdaki faşistlerin “ah öyle mi? Buyurunuz hakkınız, ayıp etmişiz.” diyeceğini zannetmeyiniz. Biz genel olarak, özellikle son dönemde, Hukuki yardım talebinde bulunanlara, “En kötüsünü bekle! Bir küçük ihtimal iyi sonuç çıkarsa şükredersin. Beklediğinden daha kötü çıkarsa sabredersin.” diyoruz. Bu tavsiye siz dostlarımız için de aynen geçerlidir.

Diğer yandan Türkiye’de adli veya idari olsun fark etmez, ortalama yargılama süresinin yaklaşık üç (3) ila beş (5) yıl arasında olduğu dikkate alındığında aşağıdaki hususlarda yargı yoluna başvuracak dostlarımızın, öncelikle kendilerini “maddi ve manevi açıdan” güvene alma veya alternatifleri göz önünde bulundurmaya da davet ederiz.

Diğer yandan ufak bir hatırlatma olarak; Mahkemelerin halinin çok iç açıcı olmadığını, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gelen çok büyük hakim tasfiyesi sonucu oluşan boşluğu doldurmak adına hızlıca göreve alınan ve uygulamada, tecrübesiz olmalarına atfen “çocuk hakimler dönemi” olarak adlandırılan sürecin sancılarının halen yaşanmakta olduğunun altı çizilmelidir.

Yargılama kısmındaki bir diğer husus, Mahkemelerin uzmanlık gerektirmeyen en basit konularda, dosya yoğunluğunu bahane ederek, bilirkişilere bel bağlamış olduğu gerçeğidir. Başka bir ifadeyle, hiç de basit bir konu olmayan Covid19 Aşı Uygulamaları ve yaptırımları noktasında yukarıdaki hukuka uygunluk şartlarının ana akım medyadan etkilenen bilirkişiler olacağına şüphe olmasın. Bu durumda Bilirkişinin tıbbi müdahalenin hukuka uygun ve gerekli olduğu yönünde rapor vermesi halinde Hakimlerin bu durumun insan haklarına ve anayasaya aykırı olduğu görüşü ile aksi kanaat vermeleri düşük ihtimaldir. Ancak gerçek bir hakkın verilmesinin düşük ihtimal olması, o hakkında olmadığı sonucuna kesinlikle götürmemelidir.

Şimdi “aşı tehdidine ilişkin” özel durumlara daha yakından bakalım,

3.1. Özel İşyerlerinde İşten Çıkarma veya Kısıtlama Tehdidi Halinde İzlenecek Yol

Öncelikle belirtelim ki, mevcut düzenlemeler karşısında, (ileride Bakanlık genelgeleriyle açıkça ifade edilse dahi) Covid19 Aşısı olunmadığından bahisle hiç kimsenin işine son verilemez veya belirli hakları kullanmaktan kısıtlanamaz.

Bu yönde uygulama ile karşılaşan bireylerin yapması gereken öncelikle söz konusu psikolojik baskı ve ayrımcılığı belgeleme yoluna gitmektir. Türk Usul ve İş Hukuku yazılı delillere daha büyük değer atfetmiş olduğundan söz konusu psikolojik baskı ve ayrımcılığın kayıt altına alınması büyük önem arz etmektedir.

Şurası unutulmamalıdır ki; İşveren, işçisini “herhangi bir gerekçe göstermeden” dahi her zaman işten çıkarabilir. Ancak iş akdinin haklı fesh edilip – edilmediği ve işçilik alacaklarının hak edilip – edilmediği ancak Mahkeme önünde tartışılabilir.

Türk İş hukukuna göre, işverenin talimatına uymayan işçi (somut olay bakımından aşı olmamış işçi) için yapması gereken ilk şey yazılı savunmasını talep etmektir. İşçi yazılı savunması vermesi halinde söz konusu savunma çerçevesinde işçinin işine son verilip – verilmeyeceği işverenin takdirindedir.

Ancak işverenin; bir işçinin “kişisel ve anayasal sağlık tercihi” nedeniyle iş akdini fesh etmesi halinde tüm haklarını ödemesi gerekmektedir. Bu bizlerin hukuki kanaatidir. Ancak bilirkişi raporları ve emsal kararlar işbu kanaatin aksine olması ihtimali de yüksektir.

3.2. Resmi İşyerlerinde Görevden Atma veya Kısıtlama

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu 125. ve devamı maddeleri, disiplin cezaları ile bu hallerde uygulanacak yaptırımları düzenlemektedir. Özel sektörün aksine kamuda çalışan ve “aşı baskısı” gören memurların durumu daha kritik durumdadır. Ancak bu halde de, memurlara “aşı baskısı” yapılması kabul edilemez. Yargıtay denetimindeki İş Mahkemeleri nezdinde olduğu gibi Danıştan denetimindeki İdare Mahkemeleri için de yukarıdaki hususlar aynen caridir.

Ama kısaca bilinmelidir ki, Memurun, aşı baskısını kabule etmediği gerekçesi ile görevden ilişiğinin kesilmesine kadar gidecek boyutta müeyyidelere maruz kalması halinde bu işlemlere karşı da yargı yolu açıktır. Memurun da işçi gibi işbu baskıları usulüne uygun şekillerde kayıt altına alması, aşı olunmaması halinde uygulanacak kısıtlamaları veya yaptırımları yazılı olarak edinmesi büyük önem arz etmektedir.

3.3. Eğitim Kurumlarına Aşı Zorunluluğu

11 Ağustos 2021 tarihinde Sağlık Bakanı tarafından yapılan açıklamalar nedeniyle, Öğrenci ve velileri üzerinde “Covid19 aşı baskısı” meydana getirilmiştir. Bir bakıma anayasal tüm hakları askıya alan yumuşak tıp darbesi yapılmıştır.

Öncelikle bilinmelidir ki, yukarıdaki tüm izahat burada da geçerlidir. Milli Eğitim Bakanlığının, Sağlık Bakanlığının veya İç İşleri Bakanlığının düzenleyici işlem olarak genelgelerle kanun ve anayasanın üzerinde “hüküm doğuracak” maddeler koyması pratik açıdan mümkün olsa da teorik ve teknik açıdan “hukuka aykırıdır.”

Öğretmen, Öğrenci veya velilerin aynen İşçi ve Memur gibi kendilerine aşı baskısı yapılması halinde işbu durumu öncelikle kayıt altına almaları gerekir.

Örneğin bir öğrencinin veya ailesinin aşısı olmadığından bahisle okula alınmaması halinde söz konusu durumun önce tutanak altına alınması ve sonrasında hem suç duyurusunda bulunulması hem de maddi ve manevi tazminat talepli dava açılması mümkündür.

Diğer yandan Devlet Memuru olan öğretmenler bakımından idare mahkemesine başvuru yolu açıkken, sözleşmeli, özel okul öğretmenleri için adli yargı yolu açıktır. Ancak tekrar tekrar altını çizdiğimiz gibi, söz konusu yargı yollarının ve anayasada açık hükümlerin olması dostlarımızı Mahkemelerin anayasa ve kanuna uygun karar vereceği yanılgasına düşürmemelidir. Temenni başkadır, gerçek başkadır.

3.4. Kamusal Alanların Girişin Yasaklanması

Bireylerin aşı olmadığı gerekçesi ile kamusal alanlara girmesinin yasaklanması ve veya ayrı usullere tabi tutulması da hukuken mümkün değildir.

3.5. Yurtdışı Seyahatlerde Aşı Zorunluluğu

Türk Hukuk sistemi Türkiye sınırlarında geçerlidir. Bu bakımdan seyahat edilecek ülkelerdeki “aşı kısıtlamaları” hakkında Türk yargısı tarafından yapılacak herhangi bir şey yoktur.

(Yukarıdaki yazı gelişen olaylara göre zaman zaman güncellenmektedir.)

Tüm bu izahata rağmen hukuksuzluklar mücadele, eski dünya düzeni sevdalısı bizler için ancak birlik olmakla mümkün gözükmektedir. Yalnız kalırsak yok olacağımız şüphesizdir. Birbirimizi desteklemek bu nedenle tercih değil, elzem bir husustur.

İletişim halinde kalmak için (@yesilderman) ve (@yesilderman.dukkan) instagram hesabını takip edebilir ve yesilderman telegram grubuna katılabilirsiniz.

Dipnotlar

(1) Tunçer; Polat, Sağlık Hukuku Temel Bilgileri 2016, s. 26.

(2) Hakeri; Hakan, Tıp Hukuku 2012, s. 255.

(3) Hakeri; Hakan, Tıp Hukuku Özel Hükümler, 2. Cilt 2021, s. 954.

Linkler

* https://assets.publishing.service.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/1009243/Technical_Briefing_20.pdf

** https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-57152957

Versiyon. 1.1

Ekşi Maya Beslemek

Kendiniz bir ekşi maya yaptınız (evde ekşi maya yapımını denemek için buraya tıklayabilirsiniz) ya da elinize Yeşil Derman Dostluk Mayası geçti diyelim. Öncelikle belirtmek gerekir ki, ekşi maya bir canlıdır ve tüm canlılar gibi belli şekillerde beslenme ve bakıma ihtiyaç duyar. Bu nedenledir ki tüm ekşi maya sahipleri mayalarına bir isim verir. Mesela Yeşil Derman Mutfaktaki mayaların adı “yuvacık” ve “refik”. Sizlere de mayanızı elinize alır almaz bir isim vermenizi tavsiye ederiz. Tek başına isim vermek ona bakış ve yaklaşım açınızı değiştirecektir.

Yerli ve yabancı kaynakların çoğunda ekşi mayanın ideal bakımının haftalık olarak yapılacağı belirtiliyor. Bu bakımdan mayanızla tam olarak anlaşmaya başlayana kadar, onu son beslenme tarihinden itibaren bir hafta içinde beslemeniz iyi olacaktır.

Bir çok eve misafir olan Yeşil Derman Dostluk Mayası Ekim 2020

Öte yandan, ekşi maya sahiplerinin çoğu kendine göre bir besleme şekli geliştirmiştir. Yeşil Derman Mutfakta bile, zaman aralığı olarak “yuvacık” ve “refik” tamamen farklı şekillerde beslenmektedir. Ancak çoğunluk 1/2/2 şeklinde beslemenin ideal olduğunu söyler. Burada demek istedikleri eğer 1 birim mayanız varsa onu 2 birim tam buğday unu ve 2 birim su ile beslemeniz gerektiğidir. Mesela elinizde 20 gr maya varsa, bu durumda onu 40 gr tam buğday unu ve 40 gr içme suyu ile beslemeniz; mayanızı bir hafta daha ideal şekilde hayatta tutacaktır.

Ancak belirttiğimiz gibi, bunlar kesin kurallar değil. Örneğin Yeşil Derman Mutfakta iki ay boyunca beslenmemiş bir mayanın üst kısmındaki gri ölmüş tabakayı alınca alt kısmında kalan kısmı ile yeniden mayamızı kullanır hale getirdik. Öte yandan biz kendi mayalarımızı beslerken 1/3/3 oranını tercih ediyoruz. Yani 15 gr maya, 45 gr tam buğday unu ve 45 gr içme suyu kullanıyoruz. Sizler de ekşi mayanızı bölerek, her birini farklı şekillerde besleyip bu konu üzerinde kendi çapınızda bir AR-GE çalışması yapabilirsiniz.

Hepsi bir yana ekşi mayanın beslenmesinde en dikkat edilmesi gereken konu kullandığınız unun tam buğday unu olması. Aksi halde, elenmiş un kullanırsanız mayanız elenmiş un arasından kendine gerçekten işe yarayacak gıdayı bulamaz ve zamanla ölür. Hemen belirtelim ki, tam buğday ununu da gıda endüstrisinin standart ürünleri arasından tercih etmemelisiniz. Çünkü marketlerde satılan tam buğday unu kurtlanmaması, bozulmaması için işlemlerden geçirilir. Bu durumdaki bir tam buğday unu mayanızın içindeki bakteriler için de işe yaramayacaktır. En doğrusu, atalık tohum üreticilerini veya bu üreticilerden alıp unu öğüten satıcıları bulmak.

Maya Nasıl Beslenir?

Bu genel girişten sonra elinizdeki mayayı beslemek için mayanızı önce hangi oranda besleyeceğimize karar vermeliyiz. 1/2/2 kuralını benimsediğimizi düşünelim. Bu durumda elimizdeki 20 gr mayayı beslemek için, önce bir kaba 40 gr su koyalım. Bunun üzerine 20 gr mayamızı ekleyelim. Bunun da üzerine 40 gr tam buğday ununu ekleyelim. Üçünü güzelce karıştıralım.

Daha sonra temiz bir kaba elimizdeki 100 gr mayadan 20 gr maya ayıralım. Bu maya bizim “ana maya“mız olacak ve dolabımızın buzluktan en uzak köşesinde saklayacağız. Gelecek hafta yine bu mayayı besleyerek mayamızın hayatına devam etmesini sağlayacağız.

Geriye kalan 80 gr maya kaynaklarda “artık maya” olarak geçer. Her beslemede çıkan bu “artık maya” çok farklı şekillerde değerlendirilebilir. İlk zamanlarda biz Yeşil Derman Mutfakta bu artık mayaları toplayıp belli aralıklarla kraker yapıyorduk. Sonra Şef Şerife Aksoy’un ekmek atölyesinde artık mayayı doğrudan ön maya olarak olarak kullanabileceğimizi öğrendik. Bu nedenle o tarihten beri artık mayamız hiç olmuyor ve ana mayayı besledikten sonra arda kalan miktarı o hafta yapılacak ekmeklerimiz için ön maya olarak ayırıyoruz. Ön Maya, ekmek yaparken doğrudan ekmek hamuruna katılan mayadır. Ancak kullanılması için dolapta en az 36 – 48 kalması iyi olur.

Ana Maya, Artık Maya, Ön Maya, Tam Buğday Unu kavramlarına böylece hızlı bir bakış atmış olduk. Zaman zaman siz değerli dostlarımızın sorularına cevap vermek için bu yazımızı geliştirebiliriz.

Şimdiden afiyet olsun.

Salyangoz ve Denge

Hayatın esası, özü nedir diye soracak olsaydınız “Denge” demekten başka cevap bulamazdık. Bir küçük atomdan, uzayın derinliklerine uzanan tüm bilgilerimizde ortak olan belki de tek bilgidir bu; Herşey bir denge üzerine kurulmuştur ve denge bozulursa, mutlaka bir “sorun” ortaya çıkar.

Bugün gelin sizlerle saksıdaki bir avuç topraktan, binlerce dönümlük çiftliklere uzanan yolda bir dengeden bahsedelim. Sonsuz sayıdaki dengenin sadece birini inceleyelim; Belli bir ekosistemdeki salyangoz sayısından.

Öncelikle belirtelim ki; bir zamandır, önce bahçenin sonra bizlerin psikolojik dengesini bozmakta olan bahçe salyangozlarının (lt. cornu asbersum) 14.175 dişi, bir çok sağlık sorununa ilaç dahası güzellik ürünlerinin vazgeçilmezi ve 43.000 salyangoz türünün sadece bir türü olduklarını öğrenince bunları toplayıp tavuklara verirken kendilerine daha çok saygı duymak gerektiğini anladık.

Ancak bu saygıyı bir kenara koyarak “dengelere” zarar verdikleri için onlardan en “saf şekilde” kurtulmak veya sayılarını ekosistem için dengeli hale getirmek için -elle toplamak dışında- çareler de aramaya başladık.

Malumunuz, tedavi için önce teşhis şarttır. Ve tüm hastalıklardaki ortak teşhisi burada da hızlıca koyduk; denge bozulmuştu. Salyangozlar sayıca fazlalaşmıştı. Ya da belki de daha doğrusu salyangozlarla beslenen, kuşlar, fare gibi küçük memeli hayvanlar, kertenkeleler, kurbağalar veya kırkayak gibi kimi böceklerin sayısı azalmıştı. Bu kesindi ancak içinde bulunduğumuz ekosisteme ilişkin uzun yıllara ait veri kaydı olmadığından ispatı mümkün değildi.

Teşhisi koyduktan sonra tedavi için araştırmalara başladık ve sosyal medyada eli toprak kokan dostlara da sorduk. Ve elde ettiğimiz sonuçları bir liste haline getirdik. İşe yarayıp yaramadığına veya ne miktarda yaradığına ilişkin bilgileri her zaman güncellemek üzere yani canlı bir bilgi kaynağı olarak notlarımız aşağıdaki şekilde oluştu;

  • Elle Toplamak: Küçük alanlar için en ideal yöntem bu. Tercih edilmesi gereken zaman havanın serin ve nemli olduğu özellikle güneş doğmadan az önceki zamanlar. Akşam ve gece de bahçenizde el feneri ile dolaşırsanız, düz zeminlerde bıraktıkları izler ışıl ışıl parlayacaktır. Salyangozlar gündüz gölgelik alanlarda saklanır. Bu bakımdan bahçenizde kimi bitkilerin altı ve yaprakları harika birer ev sahibi olabilir. Eğer bahçenizdeki bu bitkileri tanırsanız, (kadife çiçeği, acem halısı, enginar yaprakları) gibi doğrudan ev baskınları da yapabilirsiniz. Topladığınız salyangozları uzak bir yere bırakabilir veya kümes hayvanlarına ziyafet olarak sunabilirsiniz.
  • İlaçlar: Salyangozlar için ziraat ilaçları mevcut. Bunların organik tarıma uygun olanı Demir Sülfat olarak geçiyor. Tabi Demir Sülfatı da abartmadan kullanmak gerekiyor çünkü o da toprak mineral değerlerini doğrudan etkiliyor. Biz üç dönümlük bahçemizde bunu uyguladık ancak salyangozlar üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu söylemek zor. Diğer yandan kimyasal, zehirli ilaçlar da var. Ancak bu tip ilaçları kullanmayı tercih etmediğimiz için bilemiyoruz.
  • Çeşitli Tozlar: Bu yöntem en çok tavsiye edilen usullerden biri. Salyangozlardan korumanız gereken alanın etrafına serilecek, yumurta kabukları, talaş gibi salyangozun üzerinde hareket edemeyeceği bir sınır hattı oluşturmak. Ancak geniş bir alan olduğu için henüz bu yöntemi de tecrübe etmedik.
  • Sarımsak: Sarımsak ve suyunun salyangozu kaçırdığı konusunda internette bilgiler yer alıyor. Henüz tecrübe etmedik.
  • Bakır: Bakır levha ve tellerin salyangozu rahatsız ettiği için uzaklaştırdığı da sosyal medyadaki dostlarımız tarafından paylaşılan ve internette geçen bilgiler arasında. Tecrübe etmedik.
  • Dikenli Dallar: Sosyal medyada başka bir dostumuz tavsiye edilen bir yöntem. Korumak istediğiniz bitkilerin etrafına koyabilirsiniz. Ancak salyangozların kesici yüzeylerden çok etkilenmediği yönünde bilgiler de internette yer alıyor.

Tüm bu bilgilerin faydalı olmasını temenni ediyor eğer sizlerin başka bir yöntem ve tecrübeniz varsa ortak bir bilgi havuzu oluşturmak ve herkese faydalı olmak adına sosyal medya hesapları veya bilgi@yesilderman.com.tr adresi üzerinden paylaşmanızı temenni ve rica ediyoruz.

Tüm dostlara, sade bahçeler içinde huzurlu sade yaşamlar dileriz.

Sevgiyle kalın.

Son Güncelleme: 13.05.2020 – V. 1.0

Ötüşen İnsanlar

İstanbul’dan Yeşil Derman Çiftliği’ne uzanan yolun en güzel kısmı. Çanakkale Boğazı. Aralık – 2017

Konuşurken aslında konuşamadığınızı hiç fark ettiniz mi? Konuşmanın ne olduğu insanlık için uzun yıllar önce unutulan ama asla önemini yitirmemiş bir mesele. Çünkü insan düşünen ve düşüncelerini ifade etmek için konuşan bir varlıktır. Eskilerin deyimiyle, nefsi natıka sahibidir.

Öyle ya, kuşlar mesela ötüşürler. Yuva kurmak, bir yerde yemek olduğunu belirtmek veya düşmanın geldiğini haber vermek için ötüşürler. Yani ötüşmelerindeki asıl gaye “bedeni ihtiyaçlarını” gidermektir. Diğer tüm hayvanlarda yine “bedeni ihtiyaçları” için kendi dillerinde iletişim kurarlar. Oysa insanın konuşması; aklı ve aklın sürekli ürettiği ürün olan fikirleri paylaşmak içindir. En azından öyle olmalıdır.

Peki insan, aklını bir kenara bırakarak tıpkı diğer hayvanlar gibi “sadece bedeni ihtiyaçlarını” gidermek için iletişim kurduğunda aslında konuşuyor oluyor mu bu soru çok kafa karıştırıcı.

Bugün sokakta birini çevirsek ve “evde ailenle ne konuşuyorsun?” diye sorsak; muhtemelen “bedeni ihtiyaçlar çerçevesinde” bir takım hususlar sayar. “İş durumları, tatil planları, çocuğun okulu, evin ihtiyaçları, dünyanın siyasi ve ekonomik durumları” gibi. Bu göstermektedir ki aslında o kişinin, ailesiyle konuştuğu bir şey yoktur. Ailesiyle karşılıklı ötüşmektedir. Bu da göstermektedir ki, o kişi – kesinlikle hakaret olarak değil yaratılış ve fennin gereği- “hayvani” seviyeyi henüz aşamamıştır.

Çok da uzak olmayan, henüz maddelere tapılmadığı zamanlarda dünyanın her yerinde “bedeni ihtiyaçları” çerçevesinde yaşayan insanlar değil, maddeden uzak “ruhi ihtiyaçlar” için yaşayan insanlar daha çok kıymet görürdü. Bunların söylediklerine değer verilir, bunlarla konuşmak için can atılırdı. Yüzlerce dönüm arazisi olan beylerin, kralların değil; sırtındaki hırkasından başka birşeyi olmayan dervişin, çıplak olarak girdiği fıçıdan dünyaya hükmeden krala fırça atan filozofun, kilisedeki papazın, tapınaktaki budist rahibin sözüne kulak verilirdi.

Sonra ne olduysa tüm dünya modern bilim adı altında “maddeye tapmaya” başladı. Oysa madde tıpkı mana gibi dün de aynıydı bugün de aynı. Herkes maddelerin formülü hakkında ötüşmeye başlayarak; bırak “mutluluğun formülünü” konuşmak onu maddeci şarkılarda heba etti.

Sahi bugün acaba hangi evde mutluluk üzerine konuşuluyor. Hangi ev aşkı “maddeden öte yaşıyor.” Kim, kimi ve neyi neden sevmediğini maddeden ayrı düşünebiliyor ve paylaşabiliyor. Hayatın anlamı üzerine hangi çocuk annesine babasına soru sormayı aklına getirebiliyor veya dahası hangi ebeveyn insanın manası üzerine çocuğuna bir şeyler anlatıyor.

Her gün televizyonlarda zerre kadar bir maddeyi “öleceğiz” diye tartışırken, zerre kadar bir manayı “öleceğiz” diye konuşmaktan aciz olmak.
Virüsün hepimize bulaştığı ortada.

Konuşabilenlere selam olsun.

Tarhana

Sabahın ilk ışıklarıyla bir bardak tarhana tüm evi sevgi kokutuyor. YD Mutfak / İstanbul

Bulutlar geçiyor köyün üzerinden. Herkes gün doğmadan evvel uyanıyor. Güneş doğduğunda bütün işler çoktan yarılanmış, hayvan dostlarla ilgilenilmiş ve sobada ısınmış oluyor ekmekler. Evin etrafı da süpürülmüş, çalı süpürgesi değmedik yer kalmamış.

Sobanın üzerinde tarhana çorbası pişmiş, bir taşım kaynamış çoktan da dumanı tütüyor. Yer sofrasının ortasındaki tek tastan içiliyor. Ev ahalisi en az sofranın üstü kadar muhabbetle iç içe oturuyor.

Güneş battığında bütün işler bitmiş oluyor. Yine aynı tas yine aynı tarhana çorbası geliyor önlerine. Belki yokluktan ama başka şeye gerek var mı gülümsüyor hepsi işte. Şükrediyorlar. Akşamın soğuğu dışarda kalıyor. İçleri ısınıyor tüm ferdlerin çorbadan mıdır yeni yakılmış sobadan mıdır bilinmez.

Hayal gibi geldi değil mi? O zamanlarda da türlü türlü dertler vardı muhtemelen. Ama muhabbet de ümit de boldu kalplerde. Az olan çoktu. Market yoktu, makarna yoktu ama çok “tarhana” vardı.

Her evde pişer, her “anne” bilirdi. Her ninenin yaptığı daha başka daha bir güzel olurdu sanki.

Tarhana “yuva” demekti. Samimiyet, masumiyet ve şefkat kokan tarhana aslında kendisi gibi olan çocukluğumuza da açılan pencereydi.

Ninemizin zaman öpücüğü konmuş benekli ve kırışmış elleriyle yaptığı, yaparken bol bol dua kattığı doğal aşıydı tarhana çorbası.

Eskiye; saf ve sade olana ama en çok da samimi olana ait ne varsa içindekiler kısmı da bunlardan ibaretti.

Evlere güneş girmez, mutfak ocakları tütmez olduğundan beri artık “anane” tarhanası pişmiyor. Dip dibe oturanların torunları artık aynı anda sofraya bile oturamadığından güneş battığında, hava kadar evler de biraz soğuyor sanki. Belki de bu yüzden, o son soba evden çıktığından beri hiç bir ev eskisi kadar ısınmıyor artık.

Hepimiz bu kadar ümitsizken ve dünya kaos içindeyken kalkıp bir tarhana çorbası pişirelim. Önce ocağımızda sonra gönlümüzde. Ninemizin deyimiyle kendimize de çok kahır vermeyelim.

Şehirde de olsa her yuva kendi içinde bir köy demek. Bizlere düşen tarhanayı sofradan eksik etmemek.

Bu coğrafyanın evlatlarının, ömürlerinin “altın saatlerinde” paylaşılan kahve fotoğraflarına değil, tarhana yapmaya, tarhana pişirmeye, tarhana içmeye ihtiyacı var.

Bir nesli tarhanasız atlarsak tarhana da biter. Tarhana bittiğinde yuva, emek ve sevgi de hazır çorbalara döner.

Daha neler yazılır, tarhanadan ne şiirler, romanlar çıkar şimdilik burada bitirelim.

Tarhana kadar iç ısıtan günlere kavuşmak temennisi ile.
Mutfaktan sevgiler.

Kütüphane

Bugün Türkiye coğrafyasında, kitap denilince, çoğu insanın aklına ilk olarak okul sıralarında eline aldığı ders kitaplarıyla, biraz okumaya meraklıysa diğer Türk ve dünya klasikleri gelebilir. Ancak kitap bundan çok daha fazlasıdır.

Kitaplar, aslında oluşturdukları kültürle içinde bulundukları yerin anlayışını gösteren değerlerdir. Bir insanın giyiminden, konuşmasından, oturuşundan çok daha fazlasını kitaplığına bakarak anlayabilirsiniz mesela.

Sade yaşamı tercih edenlerin kitaplar konusunda attığı ilk adım, kitapları kiralama veya ödünç alarak okumaktır. Günümüzün sade yaşamcıları için bir de dijital kitaplar büyük kolaylık sağlamaktadır.

Her iki durumda da gereksiz kağıt ve yer israfının önüne geçildiğine şüphe yoktur.

Sadeleşmek için diğer tüm “şeylerle” olduğu gibi kitaplarla da “gönül bağı” kurmaya gerek yoktur.

Hava

Beyaz örtünün altında buz tutan göl derin bir uykuda. Cankurtan / Ankara

Gıda denilince akla ilk olarak ağız yoluyla vücuda alınan ve mide – bağırsak yoluyla da sindirilen şeyler geliyor. Oysa gıdanın bir anlamı da vücudu ve hatta zihni besleyen şeyler demektir. Bu nedenle insanın ilk gıdası anne sütünü veya “doğum aşılarını” saymazsak yeryüzüne geldiği anda içine çektiği ilk şey olan havadır. Ve yine insanın bu dünyadan göçmeden önce tadına baktığı son şey de havadır. Sadece hava denilen gıdanın sindirim yeri farklıdır, o kadar. Havayı mide – bağırsak değil akciğer sindirir. Kısaca hava, insanı ilk anından son anına kadar besleyen yegane şeydir. Peki bu kadar önemli bir gıda olan hava hakkında ne biliyoruz.

Suyun hidrojen ve oksijenden ibaret olması gibi hava denilen şey de; azot (%78), oksijen(%20), argon(%1) ve karbondioksit(%0,03) gibi elementlerden ibarettir. Yani içimize aldığımız havada zannedilenin aksine oksijen değil azot daha fazladır. Havanın yer yüzünden gök yüzüne doğru 150 km boyunca uzanan haline kısaca atmosfer denmektedir.

Burada küçük bir parantez açarak belirtmek gerekir ki, milyarlarca dolar harcanarak diğer gezegenlerde aranan ilk şey aslında “hayat” değil işte bu “havadır.” Mantık basittir; hava olan yerde hayat da olacaktır, olmalıdır. Ama işin ironik ve ibretlik tarafı, insanlık elindeki “gerçek” ve “bedava” olan havayı har vurup harman savururken; bir “hayal” uğruna “milyar dolarları” harcamaktadır. Görünen o ki, ay ve güneş tutulmasının saniyesine kadar hesaplayan insanlık, kendi akıl tutulması karşısında çaresiz kalmıştır.

Konuya geri dönecek olursak, nefes almak demek, en kaba tarifle yer yüzündeki havanın içimize çekilerek akciğerlerimiz vasıtasıyla kanımıza hava almaktan ibarettir. Burada kan ve kan damarlarının görevi havalandırma borularıyla aynıdır. Hava, havalandırma borularından çok, havalanması gereken odalar içindir ki o odalar vücutta hücre adını alır. Her bir daire bir organ, bina ise tüm bedendir.

Hava, tüketilen diğer tüm gıdalar gibi içeriği bilinerek tüketilmesi gereken bir besindir. Yani tüketilen gıdaların etiketine bakıldığı kadar havanın da etiketini kontrol etmek gerekir. Peki havanın etiketi nerededir ve bu etiketi kim verir. Başta gelen herkesin bildiği etiket kokudur ve etiketlemeyi de burun yapar. Bir yerde kötü koku varsa oranın havası kötüdür. İnsan, nasıl sadece belirli bir desibel aralığındaki sesleri duyuyor ve duyamadığı sesleri inkar etmiyorsa koku için de aynı durum geçerlidir. Bir köpek kadar koku alamamak veya sadece herhangi bir koku alamamak “o kokukunun yani havanın aslında orada olmadığı” anlamına gelmez.

Havanın saflığı elbette sadece kokuyla anlaşılmaz. Öyle ki, kimi zaman “güzel” kokan şeyler aslında “kötü” havanın etiketidir. Bunun en bariz örneği parfüm, deodorant, oda spreyi ve deterjan gibi doğrudan tüketicilerini “kötü olmadığına” inandırmak amacıyla bir araya getirilmiş kimyasal tertiplerdir. Bu kimyasal formulllere karşı insanın kendini koruyabileceği basit bir formul vardır; “güzel kokan şey doğal halindeyse iyidir; güzel kokan şey insan eliyle ortaya çıkmışsa aldatıcıdır, hem de çok kötüdür.”

Şuna tüm kalbinizle inanabilirsiniz. Endüstrinin yani sermayenin gücü yetse “pis kokan fabrika bacalarından güzel kokular salabilir.” Ve daha acısı şuna da emin olabilirsiniz ki, bir fabrikadan “güzel” kokular yayılınca milyonlarca insan o fabrikadan kendi şehrine de isteyecektir. Yoksa, sırf güzel kokuyor diye “etiketine” hiç bakmadan vücuda sıkılan kimyasal formüllerin başka bir izahı olamaz.

Kısaca hem kendi bedenimizdeki odalara yani hücrelere, hem evimize, hem şehrimize aldığımız hava birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu havalardan en kolay bozulup, en hızlı etkisini göstereni bedene alınan havadır. Ama bedenlere alınan havalar, dünyanın da havasını bozmaktadır. Ve dahası dünyanın bozulan havası, bedeni de bozmaktadır.

“Benim ülkemdeki fabrikaların insanların havasına ne zararı olabilir?” diyerek uluslararası temiz hava sözleşmelerinden çekilen devlet başkanı ne kadar cahilse, “Benim parfümün dünyanın havasına ne zararı olabilir?” diyen kişi de o kadar cahil kalmaktadır.

Özetle, saf gıdaların başında hava gelmektedir. İnsan ne yediğine dikkat etmezse midesi hangi havayı yediğine dikkat etmezse ciğeri yanar. Saf gıdaların sağlığa faydaları gibi temiz hava da sağlığa bir çok faydası ile az ötedeki doğada öylece durmaktadır. Tercih yine insanın.